Büyük Halk Ozanı Âşık Veysel ŞATIROĞLU Vefat yıl dönümünde

Merhabalar bir halk müziği aşığı olarak ve ayrıca bir müzisyen olarak usta Ozanımız olan Âşık Veysel hakkında ne kadar çok yazı yazılsa, anlatılsa yine az olacaktır.

Büyük  Halk Ozanımız Âşık Veysel ŞATIROĞLU Vefat yıl dönümünde rahmet ve özlem ile anıyorum.

Onun vefat yıldönümünde yaklaşık bir yıldır hazırlığını yaptığım, farklı gazete dergi metin ve tasnifi sizinle paylaşmak isterim.

Not: Tüm gazete mecmualar umuma açık yayınlardır. (Cumhuriyet, Tercüman, Milliyet, Sabah, Merhaba)

ÂŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU BİYOGRAFİ

Veysel Şatıroğlu veya lakabı ile Âşık Veysel, Türk halk Ozanı ve Aşıklık gelenğinin son temsilcilerinden olup, Avşar boyunun Şatırlı obasına mensup bir halk ozanıdır. Aşık geleneğinin ülkemizdeki son temsilcilerinden birisi olan Halk ozanı Aşık Veysel Şatıroğludur.

Bunu dönemin gazetecileri ve yazarlarından, parça parça elde edilen bilgiler işığında dönemin mecmualaarından derlediğimiz kadarıyla anlatalım.

Aşık Veysel Şatıroğlu, 25 Ekim 1884 tarihinde Sivas’da dünyaya geldi.
Ailesinin kendisinden önce doğan iki kız kardeşlerini kaybetmesine sebep olan çiçek hastalığı, yüzünden sağlık sorunları daha küçük yaşta başlamış olup o dönem Türkiyesinde aşı bulunmadığından bu hastalık Aşık Veysel’i de gözünden vurdu ve henüz yedi yaşında iken sol gözünü hastalıktan kaybetmiş ve bir gözünün ardından, köyde geçirdiği başka bir kaza sonucu ise sağ gözünü de kaybetmesi karanlığa gömülür. Bu hadiseler küçük  Veyseli derin üzüntüye boğar, babasının küçük Veysele hediye ettiği bir bağlama sayesinde ise hayata tutunmuş ve o oyuncağı arkadaşı yoldaşı olmuştur. Daha küçük yaşlarda kendi kendine öğrenmeye başlasada henüz genç yaşlarında olmasına rağmen müzikle tanışmıştır.

Babasının yakın arkadaşı olan Aşık Ala tarafından eğitilen Aşık Veysel, bu eğitim esnasında Pir Sultan, Abdal, Karacaoğlan, Dertli Ruhsatî gibi büyük halk ozanlarının eserlerini de öğrendi. Aşık Veysel Şatıroğlu, I. Dünya Savaşı başladıktan sonra engelli olması dolaysıyla askere alınmadı, etrafındaki herkesin cepheye gitmesiyle iyice yalnız kalmıştı. Bu dönemde dertleştiği tek dostu yine sazıydı. Kendisini iyice müziğe veren Aşık Veysel, savaş sona erdikten sonra köylüsü Esma isimli biriyle evlendirildi. Bu evlilikten iki çocuğu oldu. Oğlunu eşi yanındayken, kızını da eşi onu terk ettikten sonra kaybetti. Buraya kadar detaylı bilgi bulunmamaktadır.

Halk müziği edebiyatımızın hak ettiği değere gelmesi ve folk eserlerinin kaybolmaması için uğraşan Ahmet Kutsi Tacer, Aşık Veysel’in eserlerini tek tek kaleme alan ilk kişidir. Araştırmacı yazar, Tacer tarafından aldığı bir davetiye ile Köy Enstütüleri’nde saz hocası olarak çalışmaya başlayan Aşık Veysel, Arifiye, Çifteler, Kastamonu ve Akpınar bölgelerinde elinden geldiğince saz eğitimleri verdi. 1965 senesinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından müziğe katkılardan dolayı kendisine maaş bağlandı. Mustafa Kemal’e olan sevgisini her zaman dile getiren Aşık Veysel, kendisini görmek için binbir türlü zahmete katlanıp Ankara’ya dahi gitse de, Mustafa Kemal’i görmesine kesinlikle  izin verilmedi. Bunun sebebi hakkında türlü türlü rivayetler bulunmaktadır. Ama en yaygın görüşe göre, elbiselerinin köylü tarzında olması ve dönemin giyimine kuşamına uyğun, şık olmaması yüzünden, Mustafa Kemal’i görmeye ne kadar niyet etmişse de, görememiştir.

Türk Halk müzik tarihimizin ve folk edebiyatımızın Yunus EMRE Karacaoglan ve diğer  büyük ozan ve aşıklardan sonra yaşayan efsanesi diyebiliriz ve diğer bir deyimle akışını değiştiren, kişi Aşık Veysel, 21 Mart 1973 tarihinde, doğduğu köy olan Şarkışla, Sivas’da hayatını kaybetmiştir.

Biyografik metin – İbrahim ÖZKAN

Aşık Veysel Çocukları;

Bahri Şatıroğlu-Oğlu

Zekine Şatıroğlu-Kızı

Hayriye Özer-Kızı

Ahmet Şatıroğlu-Oğlu

Menekşe Şatıroğlu Süzer-kızı

BASILMIŞ YAYINLARDAN
(Yayınlanmış Gazete Demeçlerinden, Ropörtajlardan Detaylarıyla alınan derlemelerdir.)

AŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU KİMDİR?

Veysel Şatıroğlu, 1894’te Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya geldi.

Veysel’in dünyaya geliş öyküsü, Anadolu köylerinde hemen birçok çocuğun yaşadığı olağan bir doğum biçimidir. Ama, bugün özellikle dışarıdan bakanlar için ilginçtir, olağandışıdır.

Anlatmak gerekirse, annesi Gülizar Ana, Sivrialan dolaylarındaki Ayıpınar merasında koyun sağmaya giderken sancısı tutmuş, oracıkta dünyaya getirmiş Veysel’i. Göbeğini de kendisi kesmiş, bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye dönmüştür.

Veysellere yörede “Şatıroğulları” derler. Babası “Karaca” lakaplı, Ahmet adında bir çiftçidir. Veysel’in dünyaya geldiği sıralar, çiçek hastalığı Sivas yöresini kasıp kavurmaktadır. Veysel’den önce, iki kız kardeşi çiçek yüzünden yaşamlarını yitirmiştir.

Yedi yaşına girdiği 1901’de Sivas’ta çiçek salgını yeniden yaygınlaşır; o da yakalanır bu hastalığa. O günleri şöyle anlatıyor: “Çiçeğe yatmadan evvel anam güzel bir entari dikmişti. Onu giyerek beni çok seven Muhsine kadına göstermeye gitmiştim. Beni sevdi. O gün çamurlu bir gündü, eve dönerken ayağım kayarak düştüm. Bir daha kalkamadım. Çiçeğe yakalanmıştım… Çiçek zorlu geldi. Sol gözüme çiçek beyi çıktı. Sağ gözüme de, solun zorundan olacak, perde indi. O gün bu gündür dünya başıma zindan.”

Bu düşmeden sonra Veysel’in belleğine bir de renk işler: Kırmızı. Düşerken büyük bir olasılıkla elinde sıyrık oluyor, kanıyor. Bunu Gülizar Ana şöyle anlatıyor: “Bilinmez değilsin, renklerden yalnız kırmızıyı hatırladı. Gözleri gönlüne çevrilmeden önce, yani çiçek hastalığına yakalanmadan önce düşmüştü. Kan görmüştü. Kanın rengini hatırlardı yalnız. Kırmızıyı… Yeşili de elleriyle bulur ve severdi.”

Sağ gözünün görme şansı varmış, ışığı seçebiliyormuş bu gözüyle o sıralar. Yalnız yakınlardaki Akdağmağdeni’nde doktor varmış. Babasına “Çocuğu Akdağmadeni’ne götür, orada gözünü açacak bir doktor var” demişler. Sevinmiş babası.

Ne var ki, olumsuzluklar yakasını bırakmamış Veysel’in. “Bir gün inek sağarken babası yanına gelmiş. Veysel ansızın dönüverince; babasının elinde bulunan bir değneğin ucu öteki gözüne girivermiş. O göz de akıp gitmiş böylece.”

Ali adında bir ağabeyisi ve Elif adında bir kızkardeşi varmış Veysel’in. Tüm aile çok üzülmüş, günlerce gözyaşı dökmüş bu hale. Bundan böyle bacısı elinden tutarak gezdirmeye, dolaştırmaya başlar Veysel’i. Gittikçe içine kapanmaktadır Veysel. Emlek yöresi olarak adlandırılan Sivas’ın bu âşığı/ozanı bol diyarında, Veysel’in babası da şiire meraklı, tekkeyle içli-dışlı biriymiş. Veysel’in dertlerini birazcık da olsa unutacağı bir uğraş olsun diye bir saz verir eline. Halk ozanlarından da şiirler okuyup, ezberleterek avutmağa çalışırmış oğlunu. Ayrıca yöre ozanları da zaman zaman babası Şatıroğlu Ahmet’in evine uğrar, çalıp söylermiş. Merakla dinlermiş bunları Veysel. Komşuları Molla Hüseyin de sazını düzenler, kırılan tellerini takarmış.

İlk saz derslerini babasının arkadaşı olan Divriği’nin köylerinden Çamışıhlı Ali Ağa’dan (Âşık Alâ) almış. Kendini de iyice saza vermiş; usta malı şiirlerden çalıp söylemeye başlamış. Karanlık dünyasını aydınlatan ozanlar dünyasıyla Çamışıhlı Ali tanıştırıyor daha çok Veysel’i. Pir Sultan Abdal, Karaoğlan, Dertli, Rühsati gibi usta ozanların dünyalarıyla tanışıyor böylece.

“Âşık Veysel’in hayatında ikinci mühim değişiklik seferberlikte başlamıştır. Kardeşi Ali de cepheye gitmiş, küçük Veysel kırık telli sazıyla yalnız kalmıştır. Harp patladıktan sonra Veysel’in bütün arkadaşları, emsalleri cepheye koşuyorlar. Veysel bundan da mahrum…

Böylece münzevi olan ruhunda ikinci bir inziva da açılmıştır. Arkadaşsızlık acısı, sefalet, onu çok bedbin, umutsuz ve mahzun ediyor. Artık küçük bahçesindeki armut ağacının altında yatıp kalkmakta, geceleri ağaçların ta tepelerine çıkarak içindeki derdini göklere ve karanlıklara bırakmaktadır.”

O günlerini Aşık Veysel şöyle anlatır Enver Gökçe’ye;

“Eve girerim, yüzüm asık: anam babam halimi bilmez. Ben onlara derdimi, dokunmasın diye, açamam. Onlar benim kafa tuttuğumu zannederler, bense derdimi dökmekten çekinirim, öyle ki, sazdan bile farır gibi oldum.”

Bunda biraz Anadolu’da “erkek oğlan” olgusunun etkisi varsa, daha çok Veysel’in vatanseverliğinin, vatana olan borcunu ödeme duygusunun ağırlığı vardır. Sonradan şöyle dizeleştirir bunu:

Ne yazık ki bana olmadı kısmet
Düşmanı denize dökerken millet
Felek kırdı kolumu, vermedi nöbet
Kılıç vurmak için düşman başına.

Bugünler müyesser olsaydı bana
Minnet etmez idim bir kaşık kana
Mukadder harici gelmez meydana
Neler geldi bu Veysel’in başına.”

Veysel’in annesi ve babası seferberlik sonlarına doğru “belki biz ölürüz ve kardeşi Veysel’e bakamaz” düşüncesiyle Veysel’i Esma adında, akrabalarından bir kızla evlendiriyorlar. Esma’dan bir kız, bir oğlu oluyor Veysel’in. Oğlan çocuğu daha on günlükken annesinin memesi ağzında kalarak ölüyor… Veysel’in acıları bununla da bitmiyor; aksilikler, talihsizlikler üst üste gelmeye başlıyor.1921’in 24 Şubat’ında annesi, onsekiz ay sonra da babası ölüyor. Bu arada bağ, bostan işleriyle uğraşıyor. Köye de bir çok âşık gelip gitmekte, Karacaoğlan’dan, Emrah’tan, Âşık Sıtkı, Âşık Veli gibi saz şairlerinden çalıp söylemektedirler. Köy odalarındaki bu âşık fasıllarından Veysel’de geri kalmamaktadır.

Ağabeyi Ali’nin bir kız çocuğu daha olunca çocuklara ve işlere bakması için bir azap (hizmetkar) tutuyorlar. Bu hizmetkar ileride Veysel’in bağrında açılacak başka yaranın sebebi olacaktır. Bir gün Veysel hasta yatarken, kardeşi Ali’de keven toplamakta iken, Veysel’in ilk eşi olan Esma’yı kandırarak kaçırıyor bu yanaşma. Veysel’in acılı yaşamına bir acı daha ekleniyor böylece.

Karısı bir başına bırakıp gittiğinde Veysel’in kucağında henüz altı aylık kızı varmış. İki yıl kucağında gezdirmiş Veysel onu, ne çare o da yaşamamış.

Bir şiirinde dile getirdiği gibi:

“Talih çile kadar sözü bir etmiş,
Her nereye gitsem gezer peşimde.”

Bin katmerli acılar silsilesi kısacası.

“O artık alemden, bu diyardan uzaklaşmak, göçmek isteyen bir ruh haleti içindedir.1928’de en iyi arkadaşı olan İbrahim ile Adana’ya gitmeye karar veriyorlar. Fakat Sivas’ın Karaçayır köyünde Deli Süleyman isminde birisi âşığı bu ilk seyahatinden vazgeçiriyor. Veysel’i dinleyelim:

“Bu adam, saz çalarım dinler, söze başlarım keser. Gideyim derim, ‘ah kivra, çoluk çocuk ağlaşıyor, gel gitme’ diye elime ayağıma düşer. Nihayet dayanamadım, gitmiyorum vesselam diye bu seyahatten vazgeçtim.”

Veysel’in köyünden ilk ayrılışı şöyledir: Zara’nın Barzan Baleni köyünden Kasım adında birisi Veysel’i köyüne götürerek iki üç ay beraber yaşıyorlar. Kendisini Adana’ya göndermeyen Deli Süleyman, Sivas’lı Kalaycı Hüseyin, Veysel’e yol arkadaşlığı ediyorlar. Dönüşte Veysel, Hafik’in Yalıncak köyüne ve Zara’nın Girit köyüne uğrayarak 9 liraya güzel bir saz alıyor; Sivas’tan Sivrialan’a dönerlerken arkadaşları bir “üç kağıtçı” grubuna yakalanarak bütün paralarını kaybediyorlar. Arkadaşları Veysel’in 9 lirasını da alarak kumara veriyorlar. Veysel bu hadiseden bir müddet sonra Hafik’in Karayaprak köyünden Gülizar adlı bir kadınla evleniyor.”

1931 yılında Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni olan Ahmet Kutsi Tecer ve arkadaşları “Halk Şairlerini Koruma Derneği”ni kuruyorlar. Ve 5 Aralık 1931 tarihinde de üç gün süren Halk Şairleri Bayramı’nı düzenliyorlar. Böylece Veysel’in yaşamında önemli bir dönüm noktası işlemeye başlıyor. Denebilir ki, Veysel için A.Kutsi Tecer’le tanışması hayatında yeni bir başlangıcı işaretliyor.

1933’e kadar usta ozanlarından şiirlerinden çalıp söylüyor. Cumhuriyet’in onuncu yıldönümünde A. Kutsi Tecer’in direktifleriyle bütün halk ozanları cumhuriyet ve Gazi Mustafa Kemal üzerine şiirler düzmüşler. Bunlar arasında Veysel de var. Veysel’in günışığına çıkan ilk şiiri böylece “Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası”… dizesiyle başlayan şiir oluyor. Bu şiirin gün yüzüne çıkışı, Veysel’in de köyünden dışarıya çıkması oluyor.

O zaman Sivrialan’ın bağlı olduğu Ağacakışla nahiyesi müdürü Ali Rıza Bey, Veysel’in bu destanını çok beğeniyor, “Ankara’ya gönderelim” diye istiyor. Veysel de “Ata’ya ben giderim” diye vefalı arkadaşı İbrahim ile yayan yola düşüyor. Karakışta yalınayak, başı kabak yola çıkan bu iki arı gönül, bu iki insan örneği, üç ay yol çiğneyerek Ankara’ya geliyorlar. Veysel Ankara’da konuksever tanıdıkların evlerinde kırkbeş gün misafir kalıyor. Destanı Atatürk’e getirmek hevesiyle geldiğini söylüyorsa da destanı Atatürk’e okumak kısmet olmuyor. Eşi Gülizar Ana: “Ata’ya gidemediğine bir, askere gidemediğine iki; yanardı ki o kadar olur…” diyor. Ancak, Hakimiyet-i Milliye (Ulus) basımevinde destanı gazeteye veriliyor. Destan gazetede üç gün boyunca yayınlanıyor. Bundan sonra da bütün yurdu dolaşmaya, dolaştığı yerlerde çalıp-söylemeye başlıyor, seviliyor, saygı görüyor.

O günleri şöyle anlatıyor: “Köyden çıktık. Yaya olarak Yozgat köylerinden Çorum-Çankırı köylerinden geçip üç ayda Ankara’ya gelebildik. Otele gitsek para yok. ‘Nere gidek? Nasıl Edek? ” diye düşünüyoruz. Dediler ki: “Burada Erzurumlu bir Paşa Dayı var. O adam misafirperverdir.” O zamanlar Dağardı diyorlardı, (şimdiki Atıf Bey Mahallesi) orada ev yaptırmış Paşa Dayı. Gittik oraya. Adamcağız hakikaten misafir etti. Birkaç gün kaldık o zaman, Ankara’da, şimdiki gibi kamyon filan yok. Bütün işler at arabalarıyla görülüyor. At arabaları olan, Hasan Efendi adında bir adamla tanıştık. O, bizi evine götürdü. Kırkbeş gün Hasan Efendi’nin evinde kaldık. Gideriz, gezeriz, geliriz; adam yemeğimizi, yatağımızı, herşeyimizi sağlar. Dedim ki: -‘Hasan Efendi biz buraya gezmek için gelmedik! Bizim bir destanımız var. Bunu, Gazi Mustafa Kemal’e duyurmak istiyoruz! Nasıl ederiz? Ne yaparız? ’

Dedi ki: -‘Vallahi ben böyle işlerle ilgili değilim. Burada bir milletvekili var. Adı Mustafa Bey, soyadını unuttum. Bu işi ona anlatmak gerek. Belki size o yardımcı olabilir.’

Gittik Mustafa Bey’e derdimizi anlattık. Öyle böyle bir destanımız var. Gazi Mustafa Kemal’e duyurmak istiyoruz. ‘Bize yardım et! ’ dedik.

Dedi ki: -‘Amaan! Şimdi şaire falan önem veren yok. Kıyıda köşede çalın çağırın. Geçin gidin! ’

-‘Yok öyle değil dedik. Biz destanımızı okuyacağız, Mustafa Kemal’e! ’

Milletvekili Mustafa Bey, ‘okuyun da bir dinleyeyim bakayım’ dedi. Okuduk dinledi. O zamanlar Ankara’da çıkan Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’yle konuşacağını söyledi. ‘Yarın bana gelin! ’ dedi. Gittik. ‘Ben karışmam’ dedi. Sonunda kesti attı. Biz ordan döndük geldik. ‘Ne yapsak? ’ diye düşünüyoruz. Sonunda, ‘Matbaaya biz gidelim’ dedik. Saza, tel alıp takmak eski telleri yenilemek de gerekti. Ulus Meydanı’ndaki çarşıya, o zamanlar Karaoğlan Çarşısı diyorlardı. Saz teli almak için Karaoğlan Çarşısı’na yürüdük.

Ayağımızda çarık. Bacağımızda şal-şalvar, şal-ceket, belimizde kocaman bir kuşak.! Efendim polis geldi: -‘Girmeyin’ dedi. ‘Çarşıya girmek yasak! ’ Bizi tel alacağımız çarşıya sokmadı.

Polis: -‘Yasak diyoruz. Siz yasaktan anlamaz mısınız? Orası kalabalık. Kalabalığa girmeyin! ’ diye diretti.

-‘Peki girmeyelim’ dedik. Polisi güya salmış gibi yürümeye devam ettik. Adam geldi, arkadaşım İbrahim’e çıkıştı. –‘Kafadan gayri müsellah mısın? Girmeyin diyorum. Beynini patlatırım senin! ’ diye çıkıştı.

-‘Beyefendi biz dinlemiyoruz! Biz çarşıdan saz teli alacağız! ’ dedik. O zaman polis, İbrahim’e: -‘Tel alacaksan bu adamı bir yere oturt. Git telini al! ’ Neyse gitti İbrahim teli aldı geldi. Tel taktık. Ama sabahleyin çarşıdan da geçemiyoruz. Sonunda matbaayı bulduk.

-‘Ne istiyorsunuz? ’ dedi müdür.

-‘Bir destanımız var. Gazeteye vereceğiz! ’ dedik.

-‘Çalın bakayım; bir dinleyeyim! ’ dedi. Çaldık dinledi!

– ‘Ooo! Çok iyi’ dedi. ‘Çok güzel.’

Yazdılar. ‘Yarın gazetede çıkar’ dediler. ‘Gelin de gazete alın! ’ Orada bize telif hakkı olarak biraz da para verdiler. Sabahleyin gidip 5-6 gazete aldık. Çarşıya çıktık. Polisler:

– ‘Oooo! Âşık Veysel siz misiniz? Rahat edin efendim! Kahvelere girin! Oturun! ’ dediler. Bir iltifat başladı ki sormayın! Çarşıda bir zaman gezdik. Fakat yine Mustafa Kemal’den ses yok. Dedik: ‘Bu iş olmayacak.’ Amma Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nde destanımı üç gün birbiri üstüne yayınladılar. Mustafa Kemal’den yine ses çıkmadı. Köye dönmeye karar verdik. Fakat cebimizde yol paramız da yok. Ankara’da bir avukatla tanışmıştık.

Avukat: – ‘Ben belediye başkanına bir mektup yazayım. Belediye sizi köyünüze parasız gönderir! …’ dedi. Elimize bir mektup verdi. Belediyeye gittik. Orada bize dediler ki: – ‘Siz sanatkâr adamsınız. Nasıl geldinizse öyle gidersiniz! ’

Döndük avukata geldik. ‘Ne yaptınız? ’dedi. Anlattık. ‘Durun bir de valiye yazalım! ’ dedi. Valiye de dilekçe yazdı. Valiye dilekçemizi imzalayıp yine Belediyeye buyurdu. Belediyeye ilettik. Belediye bize: -‘Yok! ’ dedi. ‘Paramız yok! Sizi gönderemeyiz! ’ dedi.

Avukat içerledi ve kahretti: – ‘Gidin! İşinize gidin! ’ dedi. ‘Ankara Belediyesi’nin sizin için parası yokmuş; tükenmiş! ’ dedi. Acıdım avukata.

‘Nasıl edelim? Ne edelim? ’ derken bir de ‘Halkevi’ne uğrayalım bakalım. Belki oradan bir şey çıkar’ diye düşündük. Mustafa Kemal’e gidemiyok. Halkevine gidek. Bu defa, Halkevine, bizi kapıcılar bırakmıyor ki girelim. Orada dinelip duruyorduk.

İçeriden bir adam çıktı: -‘Ne geziyorsunuz burada? Ne yapıyorsunuz? ’ diye sordu.

-‘Halkevine gireceğiz ama bırakmıyorlar! ’ diye cevap verdik.

-‘Bırakın! bu adamlar, tanınmış adamlar! Âşık Veysel bu! ’ dedi.

O içeriden çıkan adam, bizi edebiyat şubesi müdürüne gönderdi. Orada: -‘Ooo! Buyurun! Buyurun! dediler. Halkevinde bazı milletvekilleri varmış. Şube müdürü onları çağırdı: -‘Gelin halk şairleri var, dinleyin.’ dedi.

Eski milletvekillerinden Necib Ali Bey: -‘Yahu dedi bunlar fakir adamlar. Bunlara bakalım. Bunlara birer kat elbise de yaptırmalı. Pazar günü de Halkevinde bir konser versinler! ’

Hakikaten bize, birer takım elbise aldılar. Biz de o Pazar günü Ankara Halkevi’nde bir konser verdik. Konserden sonra cebimize para da koydular. Ankara’dan köyümüze işte o parayla döndük.

Plağa okuduğu ilk türkü ise, Emlek yöresinin ünlü ozanlarından Âşık İzzeti’nin:

“Mecnunum, Leyla’mı gördüm
Bir kerrece baktı geçti.
Ne söyledi ne de sordum
Kaşlarını yıktı geçti

Soramadım bir çift sözü
Ay mıydı gün müydü, yüzü
Sandım ki zühre yıldızı
Şavkı beni yaktı geçti.

Ateşinden duramadım
Ben bu sırra eremedim
Seher vakti göremedim
Yıldız gibi aktı geçti.

Bilmem hangi burç yıldızı
Bu dertler yareler bizi
Gamzen oku bazı bazı
Yar sineme çaktı geçti..

İzzetî, bu ne hikmet iş
Uyur iken gördüm bir düş
Zülüflerin kement etmiş,
Yar bonuma taktı geçti.” şiiridir.

Köy Enstitüleri’nin kurulmasıyla birlikte, yine Ahmet Kutsi Tecer’in katkılarıyla, sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli ve Akpınar Köy Enstitüleri’nde saz öğretmenliği yapıyor. Bu okullarda Türkiye’nin kültür yaşamına damgasını vurmuş birçok aydın sanatçıyla tanışma olanağı buluyor, şiirini iyiden iyiye geliştiriyor.

1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, özel bir kanunla Âşık Veysel’e, “Anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden ötürü” 500 lira aylık bağlanmıştır.
21 Mart 1973 günü, sabaha karşı saat 3.30’da Hakkın Rahmetine ermiştir.

Ozanlık;

Ozanlık geleneği eski TÜRK boylarından kalan eğlence geleneğine dayanan sanat ve ezber alanlarında yeteneği olan üstadların önceki ustalarının sözlü folk edebiyatını yaşatma ve yaşattıma geleneğini usta çırak ilişkisiyle devam ettirilen bir yapıdır. Âşıklık ve halk ozanlığı Anadolu’da toplumun öncüsü olmuş bir gelenek, halka mal olmuş bir kültürdür. Yaşamını halkla birlikte idame ettiren ozan, sazıyla sözüyle halkın sesidir.
Toplumdaki olumlu ya da olumsuz gelişmeler, ozanın sazına, sözüne ve sesine konu olur. Ozanlarımız toplumun sorunlarını dile getirmek, olup biteni daha erken görme ve gelecek nesillere mesaj verme özellikleriyle de tanınmıştır. Böylece halka mal olmuşlardır. Ozanlık genelinde tabiat sevgisi vardır, halk sevgisi vardır, vatan sevgisi vardır, hak sevgisi vardır. Halkın bağrından kopar ve temsil ettiği toplumun sorunlarını, mesajlarını sazıyla anlatır.  Günümüzde az olsa da yakın ve geçmiş tarihimizin uzun dönemlerini kapsamaktadır. Eski dönemde atlar veya yaya olarak, yolları aşarak haber uçurma bilgi verme veya ayaklı gazete gibi anlamlara gelen kamu faydasına dayalı bilgilendirme işlerini gören sanâtkâr becerikli tezcanlı gezgin kişiler denebilinir. Yakın geçmiş zamanımızda sanatın müzik kolunu içine alan ve menkıbe hikaye mani vb akıllarda kalan eserleri destanları ezberleyen, anlatan kimi zaman kendi aralarında işin ehli olduklarını anlatmak için atışan yaşantıdan felsefden ve hayatın her anlamından etkilenen yetenekli sanatçıların usta çırak ilişkisi ile yetiştiği oluşumdur.

Âşık;

Âşık geleneği metafor ve mecaz anlamlarda anında dizeler yazabilme yeteneğidir, aşık kelimesinin manasından ötürüde işini seven manasındadır. Aşıklık duygusal boyutları açısından daha gelişmiş kişiler de diyebiliriz. Soysolojik olarak fakir olarak sınıflansalarda dahi gözü gönlü tok kişiler olarak bilinir. Âşıklık geleneği kullanılmakta olduğu müzik enstrümanı ile olan ilişkiyide kapsar. Bu yüzden içinde bulunduğu tarihi coğrafîyi sosyalojik ve ekonomik durumu ele alan müziğine de bunları katarak aktaran usta çırak ilişkisi ile devamını sağlayan anonim bir iş olmasına rağmen yine gönüllük esasına bağlı kalınarak yaplan bir iş ve yapan kişilere denir.
Ozanlık geleneğinin kişiselleştirmiş hali denebilinir. Ozanlık geleneği hakkında, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan ve Dadaloğlu, Ozan Arif gibi büyük şahsiyetlerinde bulunmaktadır. Örneğin Çukurova da yetişen Ozan Dertli Polat Türkiye’de düzenlenen birçok yarışmada ödüle layık görülen ozanımızdan biridir.

AŞIK VEYSEL’İN TÜM ESERLERİ

Anlatamam derdimi (5:24)
Arasam seni gül ilen (4:18)
Atatürk’e ağıt (5:26)
Beni hor görme (2:46)
Beş günlük Dünya (3:58)
Bir kökte uzamış (4:55)
Birlik destani (1:42)
Çiçekler (3:05)
Cümle âlem senindir (6:44)
Derdimi dökersem derin dereye (4:51)
Dost çevirmiş yüzünü benden (3:12)
Dost yolunda (4:43)
Dostlar beni hatırlasın (6:02)
Dün gece yar eşiğinde (4:28)
Dünya’ya gelmemde maksat (2:43)
Esti bahar yeli (2:41)
Gel ey âşık (5:35)
Gonca gülün kokusuna (5:24)
Gönül sana nasihatim (6:40)
Gözyaşı armağan (3:32)
Güzelliğin on para etmez (4:31)
Kahpe felek (2:58)
Kara toprak (9:25)
Kızılırmak seni seni (4:58)
Küçük dünyam (5:17)
Murat (5:13)
Ne ötersin dertli dertli (3:05)
Necip (3:16)
Sazım (6:02)
Seherin vaktinde (5:01)
Sekizinci ayın yirmi ikisi (4:43)
Sen varsın (4:01)
Şu geniş Dünya’ya (7:27)
Uzun ince bir yoldayım (2:23)
Yaz gelsin (3:02)
Yıldız (Sivas ellerinde) (3:16)

En Bilindik Eserleri;

BENİM SADIK YARİM KARA TOPRAKTIR

Dost dost diye nicelerine sarıldım
Benim sadık yârim kara topraktır
Beyhude dolandım boşa yoruldum
Benim sadık yârim kara topraktır

Nice güzellere bağlandım kaldım
Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum
Her türlü isteğim topraktan aldım
Benim sadık yârim kara topraktır

Koyun verdi kuzu verdi süt verdi
Yemek verdi ekmek verdi et verdi
Kazma ile döğmeyince kıt verdi
Benim sadık yârim kara topraktır

Ademden bu deme neslim getirdi
Bana türlü türlü meyva yetirdi
Her gün beni tepesinde götürdü
Benim sadık yârim kara topraktır

Karnın yardım kazmayınan belinen
Yüzün yırttim tırnağınan elinen
Yine beni karşıladı gülünen
Benim sadık yârim kara topraktır

İşkence yaptıkça bana gülerdi
Bunda yalan yoktur herkes de gördü
Bir çekirdek verdim dört bostan verdi
Benim sadık yârim kara topraktır

Havaya bakarsam hava alırım
Toprağa bakarsam dua alırım
Topraktan ayrılsam nerde kalırım
Benim sadık yârim kara topraktır

Dileğin var ise Allah’tan
Almak için uzak gitme topraktan
Comertlik toprağa verilmiş Hak’tan
Benim sadık yârim kara topraktır

Hakikat ararsan açık bir nokta
Allah kula yakın kul Allaha
Hak’kın hazinesi gizli toprakta
Benim sadık yârim kara topraktır

Bütün kusurlarım toprak gizliyor
Merhem çalıp yaralarım düzlüyor
Kolun açmış yollarımı gözlüyor
Benim sadık yârim kara topraktır

Herkim olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir Veysel’i bağrına basar
Benim sadık yârim kara topraktır

UZUN İNCE BİR YOLDAYIM

Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldeyim
Gidiyorum gündüz gece

Dünyaya geldiğim anda
Yürüdüm aynı zamanda
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece

Kırkdokuz yıl bu yollarda
Ovalarda dağlarda çöllerde
Düşmüşüm gurbet ellerde
Gidiyorum gündüz gece

Şaşar Veysel iş bu hale
Kah ağlaya kah güle
Yetişmek için MENZİLE
Gidiyorum gündüz gece

Yazan ve Derleyen; İBRAHİM ÖZKAN

You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.